türkiye islamla
Türkiye İslamla Tanıştı mı?Bir iç dökme yazısı olmalı bu. Baskısı altında kalınan zorlukların meçhul bir sevgiliye seslenmeyi gerektirdiği günlerde yazılmış bir aşk mektubu olmalı. İnsanoğlunun bencilliği onu çektiği sıkıntılara ortak olmaya yaraşır birini arama macerasına sürüklüyor. Aşk mektubu, evet... Düpedüz aşk mektubu... Aşkı göze alamayanların yadırgayacağı, yadırgamakla kalmayıp takbih edeceği hususları dile getirmekten başka çarem yok.
Çare! Çarelerden herhangi biri değil, tek çare! Çare dediklerim öteden beri hiç mi yoktu; vardı da artık kalmadı mı? Kabullendiğim tek çarenin vazgeçilemez doğruyu söylemek olduğu durumda öteden beri başka çarem yoktu; ama söylediklerimin olaylarla bağını kurmayı dinleyenlere bıraktığım durumda başka çarem kalmadı. Meçhul sevgilinin kıymeti gün geçtikçe artıyor. Aşkın hayatımdaki başka hiçbir şeyle doldurulamaz yeri gün geçtikçe genişliyor. Anlaşılıyor ki hükmünü bin yıldan fazla devam ettirmiş olan bir sahtecilik sahicilikle bakışırsa ancak aşk aracılığıyla bakışabilir. İnsanlığımızın, insan oluşumuzun ve insan kalışımızın mahiyeti üzerine yalnız aklın değil, şehvetin de aşılması nedeniyle parlayan aşk ışığı mutlaka düşmelidir. Aklı ve şehveti aşmanın vakti geçmediyse bu ışıkla belirlenmiş yola mecbur kalan beri gelsin. Aşka dair yazılan her şeyin merkezini vuslat teşkil ediyor madem; bu mektup da bir buluşmaya teveccüh etmelidir. Ayrılık acısını tenlerinde duyan sevgililerin hangi şartlarda birbirlerine kavuşabileceklerini konu etmelidir. Hangi zamanda yaşadığımı biliyorum. Bilmeseydim zorlukla karşılaşmamdan söz etmeyecektim. Şimdi burada sıraladığım ifadelerin kimlerin üzerinde vıcık vıcık duygusallık salgısı izlenimi uyandıracağını, kimleri zihin coşkunluğuna uğratacağı bilgisine de yabancı değilim. Işığına özlem duyduğumuz aşkın cereyan tarzı nasıl? Bahse konu ettiğimiz birleşmenin tarafları bize bazı belirtiler sunsa gerek. Sevgililer birbirlerini rüyalarında mı gördü? Yoksa âşık maşûkunun tasvirine mi hayran kaldı? Birbirlerini tanıyor mu sevgililer? Türkiye İslâm’la tanıştı mı? Türkiye’nin İslâm’la tanışıp tanışmadığını sormakla bir tedirginliğe meydan vermiş oluyoruz. İlk bakışta bu soru abesle iştigal gibi görünüyor. Çünkü bu soru kabullendiğimiz bir başka şeyi uyumsuz şekle sokmuş gibi görünüyor. Türkiye’nin İslâm’la tanışıklığında şüphe izhar eden kafa aynı zamanda Türkiye’nin İslâm’dan başka kültür değeri bulunmadığını öne süren kafadır. Hem bir ülkenin kültürü İslâm’dan ibaret olacak, hem de o ülke henüz İslâm’la tanışmamış olacak... Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Bu masala kim inanır? Türkiye ve İslam birlikte anıldığında paradokslardan kurtulmanın imkânı yok. Yegâne kültür değeri İslâm olmasına rağmen Türkiye’nin henüz İslâm’la tanışmadığını söyleyeceğiz. Bunun bir paradoks olduğunu bile bile böyle diyeceğiz. Paradoksu nelerin doğurduğunu izahtan da geri durmayacağız. Üstelik ilgilenen herkesin Türkiye ve İslâm denildiğinde bir değil, iki paradoksun devrede olduğundan haberdar olması lâzım. Türkiye’nin Türkiye oluşunun ilk evresini Selçuklular ve Gaza Beylikleri dönemi kapsıyor. Ardından Osmanlı klasik çağı geliyor. Tanzimat’la birlikte Türkiye modernlik aşamasına geçiyor. Türkiye’nin oluşum çevrimi Cumhuriyet ilân edilmek suretiyle tamamlanıyor. Kimlik kazanma yönünde birbirine katkıda bulunarak vaktini tamamlayan sıraladığımız her dört zaman dilimi de kendine mahsus paradoksları içinde barındırmıştır. Tanzimat’ı takip eden yıllardan günümüze kadar Türkiye baskın bir biçimde Russell paradoksuna malzeme sağladı. “Bir şey ne ise o değildir; bir şey ne değilse odur.” Ferman, din ve devleti aynı ölçülere vuran Osmanlı tebaasının devletten hak talep etme zorunluluğu altında olduğunu bildiriyordu. Şeriata boyun eğmek şeriata boyun eğmemeyi gerektiriyordu. Eğer devletin dediğini tutan biriysen, devletin dediğini tutmama yoluna girmen iktiza ediyor, eğer devletin dediğini tutmayan biriysen devletin dediğini tutmuş oluyordun. Osmanlı devleti tarihe karışıp da yerini Türkiye Cumhuriyeti aldığında formül toplumun kimliğine taalluk eder oldu: Eğer devlete yeni bir don biçilmek suretiyle bir İslâm cumhuriyeti tesis edilmişse resmiyette İslâm kültürüne yer verilmeyecekti. Eğer İslâm kültürünün gereği yerine getirilmek isteniyorsa bu isteğin gerçekleşmesi ancak İslâm’ın dışında kalan kültür unsurlarıyla mümkündü. Türkiye laik olmak şartıyla bir İslâm devletiydi. Oysa devlete yönetimi altındaki insanlar karşısında devlet olma vasfını kazandıran sadece bir İslâmî ilkeden “Ulû’l-emr’e itaat” ilkesinden başka bir şey değildi. Türkiye’de azınlık hakları beynelmilel hukuk uyarınca sadece Müslüman olmayanlara tanınmıştı. Yani Türkiye Müslümanların ülkesi olduğu için bir İslâm devleti biçimi kazanamazdı ve Türkiye Müslümanlara biçim verme gücünü ancak onda bir İslâm devleti karakteri fark edilebildiği nispette kullanabilirdi. Yeni düzen altında eğer sen hakkını Müslümanlığına dayanarak istiyorsan seninle devlet arasında Müslümanlığa müteallik bir rabıta bulunmadığını söylüyorlar. Eğer devletle yaptığın işte fert olarak bazı dokunulmazlıklarla donatılman gerektiğini, fert olarak faik olman gerektiği söylersen sana Müslüman olarak İslâm devleti karşısındaki vecibelerin de facto hatırlatılıyor. Bütün bu paradoksal ahvalin bir başka paradoksla sıkı bir ilişkisi var: Türkiye bütün kültür değerlerini İslâm’a borçlu olduğu halde İslâm’la henüz hiç tanışmamış bir ülkedir. Doğmadan önce babasını, doğum sırasında annesini kaybeden yavru gibi mi?
Hayır, iki vak’a birbirine hiç benzemiyor. Türkiye ile İslâm arasındaki ilişki öksüz-yetim yavrunun ebeveyniyle ilişkisine benzemiyor, çünkü Türkiye bir ülke olarak doğuşunu, tecessüm edişini değil; doğumundan sonraki gelişimini İslâm’a borçludur. Peki, Türkiye’yi Türkiye haline getiren İslâm ise, nasıl oluyor da aralarında tanışıklık husule gelmiyor? Anadolu topraklarının dar-ül İslâm hale getirilmesinden itibaren İslâm hem tek tek insanlar, hem de insan toplulukları için bir kazanç kapısıdır. XIII. yüzyıldan başlayarak İslâm Türkiye’de yaşayan insanlara bir vatan sağlamakla kalmamış, onlara vatan olarak itibarı devlet gücüyle güvenceye kavuşmuş bir ülke bahşetmiştir. Türkiye bakımından ilme kavuşmanın biricik yolu İslâm’ı özümseme anlamı taşıdı. Yüksek kültür çabasına girişmeksizin İslâm’ı özümsemek mümkün değildi. Yüksek kültür yüksek dilin hem türevi, hem işlevidir. Dolayısıyla İslâm’ın Türkiye’ye kendi dilini, Türkçe’yi kazandırdığını söylemekle çarpıcı bir gerçeği ifade ederiz. Dikkat ettiyseniz İslâm’la Türkiye arasında cereyan eden mukabele tek yönlüdür. Bu bir alış-veriş; ama ticarette olduğu gibi değer aktarımı çift taraflı değil. Sadece bir taraf veriyor ve diğeri hep alan tarafı teşkil ediyor. Netice itibariyle, dünya karşısında İslâm’la “yapılmış” bir Türkiye var; ama modern zamanlardaki hayatiyetine Türkiye’nin katkısının hesaba katılması gerektiğini düşündüğümüz bir İslâm’dan söz edemiyoruz. Tarih boyunca İslâm’la Türkiye arasında tek yönlü bir ilişki kurulabildi, çünkü İslâm her dönemde üstünlüğü, galebe çalmayı, galibiyeti temsil etmişti. Gaza beyliklerinden günümüze uzanan çizgide ağır basan değerlerin yanında yer almak Türkiye’de yaşayan herkes (hiç değilse çoğunluk) için kârlı bir meşguliyetti. Kâr eden ettiği kârı galebe çalacak yolda kullandı ve galip gelen galibiyetinden kâr edeceği yatırım alanları buldu. Dolayısıyla Türkiye’yi biçimlendiren İslâm’ın ifade ettiği mânâ devlet söylemiyle içli dışlı hale getirilmiş bir iletişim ortamında algılanabildi. Bağımsız bir ülke olması göz önüne alındığında Türkiye’de İslâm’dan kopuk bir devlet söylemine hiçbir dönemde rastlanılamaz. Buna bilhassa Cumhuriyet dönemi dahildir. Esasen Türkiye’nin İslâm’la tanışmasının önündeki en büyük engel yönetici zümreye mensup kimseler tarafından yürütülen manevralardır. Yönetim makamlarını gasp etme fırsatı bulan her kuşaktan insan emretme gücünü yetkenin (otoritenin) tecessüm ettiği, vücut bulduğu alanın din mi, devlet mi olduğu hususunu sarahatten uzaklaştırma manevralarıyla kazanmıştır. İslâm kime olursa ve ne olursa hep kazandırmıştır. Bu şartlar altında Türkiye’nin İslâm’la tanışmasının imkânsız olduğuna akıl erdirmek hiç birimiz için zor olmayacak. İslâm’la tanışmak istemeyen Türkiye’dir. İslâm’la tanışmamak suretiyle İslâm’dan bu kadar fayda temin ediliyorken niçin tanışmak zahmetine katlanılsın ki? İslâm’la tanışmış bir Türkiye demek mükellefiyetlerini idrak etmiş bir Türkiye demektir. Türkiye’nin İslâm’la tanışması halinde ilk önce “merkezîlik” belirginliğe kavuşacaktır. İslâm’la tanışmış bir Türkiye’nin hayatına dünya sisteminin zavallı bir uydusu gibi devam etmesi mümkün değildir. Türkiye “merkezîlik” vasfına İslâm’la tanışmadan kavuşamaz. Türkiye’nin kültür haritasının bir yerinde bulunan kendi Müslümanlığına saklanacak bir kusurmuş gibi, Türkiye’nin kültür değerlerini “potent” halden “kinetik” hale dönüştürmek isteyenlerin Müslümanlığına (bütün kâfirlerle söz birliği ederek) karşı durulması gereken bir saldırganlıkmış gibi bakan kimseler Türkiye’yi İslâm’la tanıştıramayacaktır. Benim aşk mektubum burada sona eriyor. Vuslat özlemim devam ediyor.
Türkiye’nin İslâm’a kavuşma ihtiyacı her gün biraz daha mübrem ihtiyaç haline geliyor. Çünkü hal-i hazırda birileri Türkiye’yi İslâm’la tanışma ihtimalinden uzaklaştıracak mıntıkalara doğru hızla iteklemektedir. Onların ahlâkî düşüklüğü meydanda... İtekleyenlere el verenlere ne demeli?İsmet Özel